İzledim: Üç Kız Kardeş

Yaklaşık okuma süresi: 4 dakikaHayal Perdesi ve İstanbul Tiyatro Festivali ortak yapımı olan Üç Kız Kardeş oyununu ilk defa bu sene 27 Mart Dünya Tiyatro Günü’nde, Maltepe Türkan Saylan Kültür Merkezi‘nde izlemiştim. Gerek orijinal oyunun konusunu, gerek izlediğimin bir uyarlama olduğunu bilmediğimden yaklaşık 70 dakika boyunca sahnede anlamlandıramadığım ama enteresan olduğunu hissettiğim bir şeyler izleyip çıktım salondan. Daha sonra oyunun günlüğünü yazmak istediğimde iki cümleyi bir araya getiremediğimi gördüm. İş Bankası Kültür Yayınları’nın yolunu tuttum. Modern Klasikler Dizisi’nde yer alan Anton Çehov‘un Ataol Behramoğlu çevirisiyle yayınlanan Üç Kız Kardeş metnini aldım. Aynı oyunu Kadıköy Belediyesi Tiyatro Festivali‘nin programında da görünce bu defa dersimi çalışıp, öyle gittim.

Oyunun uyarlayan ve yöneten Aleksandar Popovski. Kendisi bildik bir örnek olarak daha önce İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen, oyuncu ihraçlarından sonra repertuardan kaldırılan Bir Yaz Gecesi Rüyası oyununu da yönetmiş. Daha önce yolu kesişmemiş olanlar için kısaca özetlemem gerekirse, Anton Çehov’un Üç Kız Kardeş oyunu, Andrey Sergeyeviç Prozorov‘un üç kız kardeşi Olga, Maşa ve İrina‘nın babalarının askerlik görevi nedeniyle yaşamak zorunda kaldıkları taşra kasabasından ayrılarak doğup büyüdükleri Moskova’ya dönmek için taşıdıkları umutları, bu süreçteki çabaları esnasında başından geçenleri konu alıyor. Aleksandar Popovski oyuna farklı bir yerden bakmış. Kardeşlerin Moskova’ya dönüş umutlarını, Üç Kız Kardeş oyununda oyunculuk yapan üç kadının, bürokratik engelleri aşarak Berlin’e gidebilme çabaları şeklinde uyarlamış. Konsolosluk veya nezarethane -muhtemelen nezarethane gibi bir yer olmalı ki bulundukları yerden ayrılamıyorlardı- gibi bir ortamda, oyuncu olduklarını karşılarındaki insanlara ikna etmeye çalışmalarının yanında Üç Kız Kardeş oyunun tam metnini tüm karakterleriyle birlikte oynamış oluyorlar aslında.

Oyunda üç oyuncunun kendilerini dinleyen yetkililere yaptığı konuşmaların büyük bir kısmı İngilizce sürüyor. Kullanılan dil, kurulan cümleler çok kompleks değil. –çünkü ben hemen hemen her yerini anlayabildim– Fakat bu durumun izleyiciyle bir iletişim sorununa yol açtığı aşikar. Bazı konuşmalar havada kalıyor, anlaşılmıyor. İzleyiciler arasında fısıldaşmalar başlıyor ne konuşulduğuna dair. En basit şekilde bu konuşmalar esnasında yapılan bir espriye çok az izleyicinin tepki vermesinden anlaşılabiliyor. Moda Sahnesi’nin Bira Fabrikası oyununda rastlamıştım ilk olarak üst yazı kullanımına sanıyorum. Bir projeksiyon cihazı yardımıyla izleyicinin dikkatini de çok fazla dağıtmayacak şekilde karakterin söyledikleri anlık olarak yansıtılmıştı perdeye. Benzer bir şey olsa izleyicinin çok daha fazla içine girebileceği kanaatindeyim.

Oyunun sahne tasarımıyla da ilgili birkaç şey var söylemek istediğim. Oyun metninde kız kardeşlerin evlerinin bulunduğu mahallede büyük bir yangın çıkıyor. Tüm mahalleyi saran, insanların maddi ve manevi zararına neden olan, zarar görenlerin geçici süreliğine komşularının evlerinde konaklamak zorunda kaldıkları büyük bir yangın. Oyun şeffaf naylonlarla sarılmış kare bir kutunun içinde başlıyor. Oyuncular ilk olarak yangının alevlerini daha sonra yangının evlerde yarattığı hasarları tasvir eden sahneler oynuyorlar. Görsel olarak bu kısımları çok beğendim. Tüm izleyiciler tarafından ne kadarı anlaşılabildi bilmiyorum ama –ben ikinci izlediğimde anladım– çok büyük prodüksiyonlu bir yangın sahnesinin vereceği etkiyi çok akılcıl ve asgari nesne kullanımıyla vermiş.

Oyunla ilgili aklımda kalanlardan birisi de bu üç oyuncunun orijinal metindeki Moskova hasretini, Berlin olarak uyarlarken her seferinde ağızlarından önce Moskova çıkması oldu. Daha sonra düzelterek Berlin’e çevirdiler elbet. Bir çeşit oyunun orijinal metnine gönderme yapılmış oldu.

Oyunculara gelecek olursam, Olga rolünü Özge Özder, Maşa rolünü Selin İşcan, İrina rolünü ise Tuba Karabey canlandırdı. Oyunun bazı afişlerinde Olga rolü için Alayça Öztürk‘ün adı yazıyor. Sanırım ya daha önce kendisi oynuyordu o rolü ya da dönüşümlü olarak oynuyorlar. Benim izlediğim iki temsilde de Özge Özder oynuyordu. Oyundaki diğerlerine göre daha ağırbaşlı karakterinin etkisi var mı bilmiyorum ama sahnede Özge Özder’i çok beğendim. Ayrıca oyunun finalinde Selin İşcan’ın Maşa rolüyle söylediği tiratları yine etkileyiciydi. Tuba Karabey’in canlandırdığı İrina ise oyunun en enerjik görünen karakteri olmasına rağmen çalışmakla ilgili sözlerinin olduğu sahnelerinde muazzamdı.

Son olarak oyun metninden birkaç alıntıyla bitireyim bu günlüğü.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki bir çığ gibi yürüyor üstüne hepimizin; sancılı, güçlü, bir fırtına patlamak üzere, hem de çok yakında. (…)
Şöyle bir yirmi beş – otuz yıl sonra da çalışmayan tek bir kişi kalmayacak. Herkes çalışacak, herkes!

Böyle bir kentte üç yabancı dil bilmek gereksiz bir lüks. Hatta lüks de değil, gereksiz bir fazlalık, altıncı parmak gibi bir şey. Çok fazla gereksiz şey biliyoruz.

Bana öyle geliyor ki her şey yavaş yavaş değişmek zorundadır ve hatta gözlerimizin önünde değişmektedir de. Ve iki yüz, üç yıl sonra, hadi bin yıl olsun yeni, mutlu bir yaşam başlayacak. Biz yaşamı göremeyeceğiz kuşkusuz. Ama şimdiden onun için yaşıyor, onun için çalışıyoruz; onun için acı çekiyor ve onun için yaratıyoruz. Varoluşumuzun amacı, siz buna mutluluğumuzun deyin isterseniz, sadece bundadır.

OYUN KÜNYESİ
Yazan: Anton Çehov
Çeviren: Ataol Behramoğlu
Uyarlayan ve Yöneten: Aleksandar Popovski
Sahne Tasarımı: Sven Jonke
Oyuncular: Özge Özder, Tuba Karabey, Selin İşcan
Süre: 1 saat 10 dakika (tek perde)