Yaklaşık okuma süresi: 5 dakikaİstanbul Devlet Tiyatrosu‘nun bu sezon Dejan Projkovski yönetmenliğinde sahnelemeye başladığı William Shakespeare‘in Romeo ve Juliet oyununu dün akşam Üsküdar Tekel Sahnesi‘nde izledim. Bu Romeo ve Juliet’i sahnede ikinci izleyişim oldu. İlki geçtiğimiz sene aralık ayında Nilüfer Belediyesi Tiyatro’nun Serdar Biliş yönetmenliğinde sahneye koyduğu oyundu. Hem uyarlama tercihleri hem de oyun içerisinde yerleştirilen yerel motiflerin kullanımı açısından epey ilginç bulduğum oyundan sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun oyunu da sahneleme tercihleriyle beni şaşırtmak konusunda ondan aşağı kalmadı.
Oyunun konusundan daha önce uzun uzadıya bahsetmiştim. Çok fazla tekrar düşmeden kısaca özetlemeye çalışacak olursam oyunda birbirine düşman iki aile yer alıyor, Montegueler ve Capuletler. Capulet’lerin oğlu Romeo ve Montegue’lerin kızı Juliet birbirlerini görüp aşık olarak evlenmeye karar veriyorlar. Fakat ailelerin düşmanlığı ve Romeo’nun hiç beklenmedik bir olaya karışarak şehirden sürülmesi ikilinin ilişkilerini bir trajediye doğru sürüklüyor. Romeo sürüldükten sonra babası tarafından istemediği biriyle zorla evlendirilmek istenen Juliet ise çareyi Romeo ile nikahlarını kıyan rahibe başvurmakta buluyor. Rahibin kendisine sunduğu çözümle istemediği bu evlilikten kurtularak Romeo’ya kavuşmanın planlarını yapıyor.
Sahneye girildiğinde iki aile arasındaki düşmanlığı simgeleyen sallanan bir kılıç ve oyundan önce muhtemeldir ki oyunun final sahnesini amaçladığını düşündüğüm bir kan gölü metaforu karşılıyor izleyiciyi. Oyun başlayana kadar oldukça az ışıkla aydınlatılan sahne yüzeyinde bir su birikintisi görüyoruz. Oyun başlayıp, sahne tamamen aydınlatıldığında ise o su birikintisinin neredeyse 50 santimetre derinliğinde olduğunu fark ediyoruz. O andan itibaren pek çok soru sordum kendi kendime. O su bir mizansen gereği kullanılıp daha sonra sahneden tahliye mi edilecek, edilmezse oyun nasıl devam edecek gibi. Derken oyunun açılış sahnesi yani iki ailenin gençlerinin karşılaştığı ve kavgaya tutuştuğu o sahne suyun içerisinde başladı. Böyle bir sahneyi kimse tahayyül etmemiş olacak ki izleyicilerin bir kısmı şaşkınlıklarını yüksek sesle dile getirirlerken bir kısmı da üstlerine gelen sularla neye uğradıklarını şaşırarak korunmanın yollarını aradılar. Zira iki ailenin gençleri sahnenin tüm alanlarını kullanıp, suya bata çıka gerçekleştirdikleri hararetli bir kavganın içerisindeydiler. Sağa sola sıçrayan sular, normal şartlarda olsa abartı denilebilecek, gerçeklikten uzaklaştıracak hareketler suyun içerisinde yapılınca olasının aksine etkileyici bir ahenk getirdi sahneye. Bu sahneyle başlayan oyunun tümü sahne dekorunda herhangi bir değişiklik yapılmadan suyun içerisinde oynandı.
Oyuncular için böyle bir sahne tasarımı içerisinde oynamanın zorluğu aşikar ve bariz şekilde görülebiliyor. Fakat böyle büyük bir prodüksiyonun içerisinde oynamanın olumsuz bir etkisi olabileceğini düşündüğüm bir hâl vardı oyunda. Hiçbir oyuncu -başrol karaterleri Romeo ve Juliet’i canlandıran Atakan Akarsu ve Damla Ece Dereli de dâhil olmak üzere oyunculukları ile fark edilemiyor, göze çarpmıyor. Tüm oyuncuların oyunlarını oynamaya çalışırken bir yandan da sahneyle mücadele ettikleri hissine kapıldım çoğu zaman. Amaçlanan da bu olabilir bilemiyorum ama böyle bir mücadele varsa bunu sahnenin kazandığı gün gibi ortada. Kişisel olarak bunun ayırdına yaptığım oldukça ilkel bir testle varabiliyorum. Oyuncuların oynadıkları rolleri değiştiriyorum. Meselâ anne ile dadının, rahiple babanın rollerini oynayan oyuncuları karşılıklı olarak yer değiştiriyorum. Sonucunda oyunun bende bıraktığı histe ve oyundan duyduğum heyecanda herhangi bir değişiklik olmuyor. Burada haklarını iade etmek adına Mercutio rolünü oynayan Muhammet Çakay‘a ve Tybalt rolünü oynayan Yunus Emre Terzioğlu‘na ayrı bir parantez açmak istiyorum. Oyun sonundaki izleyici davranışlarından da anladığım üzere iki oyuncu Romeo ve Juliet’ten sonra en çok beğeniyi aldı izleyiciden. Kişisel olarak bana da en çok bu iki oyucunun oynadığı karakterlerin hisleri ve dolayısıyla dertleri geçti. Kerim Altınbaşak‘ı geçtiğimiz sene Duru Tiyatro’nun yine bir Shakespeare oyunu olan Veronalı İki Centilmen’inde izlemiş, beğenmiştim. Fakat bu oyunda kendisini vasat bulduğumu söyleyebilirim. Ama başta da dediğim gibi bunun oyuncuların performanslarından ziyade sahne tasarımının dayattığı bir durum olduğunu düşünüyorum.
Her tiyatroda farklılık göstermek kaydıyla oyun başlarında telefonların kapatılmasına ve kayıt alınmamasına dair bir anons yapılıyor. Kimi tiyatrolar farklı telefon melodilerini içeren kayıtlar çaldırarak bir farkındalık yaratmaya çalışıyor kimi tiyatrolar da fikir ve sanat eserleri kanunlarından dem vurarak biraz daha ciddi bir yerden yapıyor bunu. Ben en çok Ferhan Şensoy’un seslendirdiği Ortaoyuncular’ın anonsunu seviyorum. Ferhan Şensoy özetle izleyicilerin elindeki açık bir telefonun oyuncunun sinirlerini bozacağını, daha sonra tekrar izlemek için kayıt yapanların nafile bir çaba içerisinde olduklarını, oyunu zihinlerine kaydetmeleri gerektiğini, olası bir hafıza problemi yaşamaları durumunda ise her hafta gelip izlemelerini salık veriyor kendi üslubuyla. Romeo ve Juliet’in başında “Lütfen oyundan sonra cep telefonlarınızı açmayı unutmayınız.” şeklinde bir anons yapıldı. Kurum tiyatrolarında böyle muzip şeyler duymaya pek alışık değilim. O yüzden bu detay hatırımda kaldı.
Oyun tek perde olarak sahneleniyor. Tek perde için oldukça uzun denilebilecek 2 saat 15 dakika gibi bir süresi var. Normal şartlarda benim için pek sorun olmayacak bir süre. Hele konusu Romeo ve Juliet gibi akıp giden oyunlarda esamesi okunmaz. Yalnız sahnedeki suyun ısıtılmasıyla bir ilgilisi olacak ki salon her zamankinden çok daha sıcaktı. Bu da oyunun sonuna doğru tüm salonun su sesleriyle, kesif kokusuyla ve hissedilebilir düzeydeki nemiyle devasa bir banyoyu andırmasına sebep oldu. Seyir deneyimini etkileyecek büyüklükte bir sorun değil fakat üstüne biraz düşünülebilir. Çünkü oyun içerisinde birkaç defa yoğun olarak sigara ve puro gibi tütün ürünleri kullanıldı. Bunların da havası uzunca bir süre salondan çıkmadı ve izleyicilerden rahatsızlık duyanlar oldu.
Özetle İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Romeo ve Juliet’i benim için oyunculuklarından ziyade sahneleme tercihleri ve Nurullah Tuncer‘in hazırladığı sahne tasarımıyla ön plana çıkan, Goran Trajkoski‘nin müziklerindeki rock esintileriyle oyunu atmosferine uygun olarak sert bir havaya bürüyen görülmeye değer bir prodüksiyon. Oyuncular için zorlu bir performans, izleyiciler için ise muhtemelen daha önce karşılaşmadıkları bir deneyim.
Yazan: William Shakespeare
Çeviren: Özdemir Nutku
Yöneten: Dejan Projkovski
Dekor Tasarımı: Nurullah Tuner
Müzik: Goran Trajkoski
Oynayanlar: Atakan Akarsu, Damla Ece Dereli, Seda Yıldız, Ahmet Dizdaroğlu, Zeliha Güney, Murat Turhan, Yunus Emre Terzioğlu, Kerim Altınbaşak, Muhammet Çakay, Nuray Durmuş, Bilal Ercan, Ozan Erdönmez, Can Deniz Erzaim, Burak Pamuk, Cem Bayurgil
Süre: 2 saat 15 dakika (tek perde)